30 Eylül 2011 Cuma

Gidilmez bir adrese tarif



Köşeye sıkıştığımızda 
sorarız ya kendimize
ya da yakın bir dosta
hatam nerede ? 
aslında çok kolay anlatması
bir yol tarifi kadar
soranlara : 
çok gelmişsin deyin
geri git basa basa
attığın adımların üzerine
önce pişmanlığı göreceksin
acıyla hemen sol yanında
devam et biraz daha
köşede keşkeyi gördüğünde
gir içeri o tenha sokaktan
işte orada hatan
kısacası deyin
bugün kadar yakın 
keşke ve pişmanlık kadar
uzak sana

29 Eylül 2011 Perşembe

Bir "Olamamışlık" Hikayesi




Soğuk rüzgarların elinde sopayla sıcak rüzgarları şehir sınırlarının dışına doğru kovaladığı gecelerden biriydi. Hiç anlaşamazlardı zaten. Bu sokaklar ikisine birden dar geliyordu kardeşçe esmek için. Sokakta kalan son üç beş kişi de kalkmasına dakikalar kalmış bir trene yetişmeye çalışır gibi hızlı adımlarla sıcak yatağı ve yorganın vücutlarına ilk dokunuşta verdiği o rahatlığı düşünerek evlerine yürüyorlardı. Evlerin ışıkları birbiri ardına istenmeden oluşmuş doğal bir ahenkle sönüyordu. Sokak sakinleri sözleşseler dahi bu ritmi yakalayamazlardı. Sokak, karanlığın ve soğuğun kollarına bırakmıştı kendini ta ki günün ilk ışıkları onları ayırıncaya kadar.

Sokağın hemen girişindeki cumbalı evin karşısında geniş bahçesi ile yarı yıkılmış bir duvar vardı. Oldukça eski bu köşk, mirasçıları arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı yıllardır harap halde yalnızlığa terk edilmişti. Ev o kadar zamandır boştu ki mahalle çocukları arasında ev hakkında farklı farklı efsaneler türetilmişti. Bu yüzden hiç kimse bu evin yakınına yaklaşmak istemezdi. Bir kişi hariç. O bu gece olduğu gibi her gece buraya gelir, gün içinde toplayıp sattığı kartonlardan kendine ayırdığını duvar dibine serer ve sanki tüm kiri gitmiş gibi üstünü başını iyice silkeleyerek kartonun üstüne yayılırdı. Saçı sakalı birbirine karışmış, üstünde belki de civar sokaktaki bütün sokakların pisliğini taşıyan, donuk bakışlı bir adamdı. Yaklaşık 55 yaşlarınaydı. Hikayesini kimse bilmez, daha doğrusu kimse sormazdı. O da sorsalar bile anlatmayacaktı zaten. O yüzden de hiç üzülmezdi kimsenin bakışlarına iki üç saniyeden fazla takılmamış olmasına. Şarabı her gün ona uzun uzun bakar her gün onu hiç lafını bölmeden dinlerdi zaten. Her zaman anlatmak yetmiyordu bazen de dinlemek istiyordu elbette. O boşluğu da yanından hiç ayırmadığı küçük bir radyoyla dolduruyordu.

Evlerinin sönen ışıklarının ahenkle dansına şahit oldu ama sarhoşluğuna verdi bu olan biteni. Yavaşça çevirdi başını ve cumbalı eve takıldı gözleri geçmiş canlanırken zihninde. Henüz 18 yaşındayken ilk kez bu evi görüşünü hatırladı. Neredeyse hiç bir değişiklik yoktu. Kapının önündeki paspas, penceredeki demirlerin rengi ve üst katın en köşesindeki pencerenin perdeleri farklıydı yalnızca. Ama onun farkında olduğu en büyük değişiklik, o değişen perdenin arkasından gizlice bakan bir çift canlı mavi göz. O göz ki deniz kokar o göz ki gökyüzünü yere indirirdi. 18 yaşında gördüğünde ilk kez o gözleri babasının işi dolayısı ile bu sokağa taşınmışlardı. Babası işlerini oldukça büyütmüş ve İstanbul'da geniş bir çevreyle iş yapacak kadar güçlenmişti. Bu yüzden küçük hayatlarını bir anda büyüterek İstanbul'a taşındılar. Annesini küçük yaşta veremden kaybetmişti. Babasının ikinci evliliğinden olan annesi ve 3 üvey kardeşi ile bir de öz kardeşiyle birlikte hiç bilmediği bu semte gelmişti. Annesinin eksikliği dolayısı ile yıllardır üstünden atamadığı o burukluğu, perdenin arkasından içine işleyen bu gözlerin bir bakışla iyileştirmesine anlam veremedi. Buna bir anlam, bir ad ararken hayatında ilk defa aşık olduğunu anlıyordu.

Pencereden pencereye bakışlarıyla bir köprü kurmuşlardı adeta. Günün büyük zamanını birbirlerine attıkları kaçamak bakışlarla geçiriyorlardı. Bu bakışmalar sonucunda gizlice buluşmalar da başlamıştı. Birbirlerine açıklanamayacak bir şekilde bağlandılar. Gözlerine bakarken sanki kendi gözlerini görüyor ellerini tutarken sanki kendine dokunuyordu. İki ayrı bedende tek vücut olmuşlardı kısacık bir sürede. Mavi gözlü rum kızının adı Lena'ydı. Biri mavi gözleriyle bir rum kızı diğeri ise kara gözleriyle bir türk çocuğuydu.

Onlar için çoktan kurulmuş bir yuva, aileleri için imkansızdan öteydi. Beraberlikleri kıskaç altına alınıyor ve görüşmeleri engelleniyordu. Babası oldukça kızmış evlatlıktan ve mirasından reddetmekle tehdit etmişti. O aşkından başka bir şey düşünmüyor babasının bu tehditine için için gülüyordu. Mavi gözlü rum kızı ise bir kaç evden kaçma girişiminde bulunmuş ve annesi babasının elinden öldürmesine ramak kala kurtarmıştı. Pencereye dikilmiş gözleri onu beklerken, o mavi gözlerin yerine her yanı şişmiş ve morarmış bir suratla karşılaştığında dünyası yıkılmıştı.

Lena'nın babası adeta kızının dudaklarında pusuya yatmış nefes alışına kadar her hareketini izliyordu. Kızını bu aşktan kurtarmanın tek yolunun onu evlendirmek olduğunu biliyordu. İş ortağı Alekos ile bu konuyu rakı masasına meze yaparak çoktan halletmiş düğün hazırlıklarına başlamalarını söylemişti. Zavallı Lena olan bitenden habersiz en ufak boşlukta pencereye gitmek için uğraşıyordu.
Düğün haberi Lena'ya ulaştığında zaman durdu onun için. Kapıları tırnaklarıyla kazıdı ağlarken. Başı ellerinin arasında boş duvara bakarak saatlerce ağladı ağladı ver ağladı. Sönmedi içi. O'nun ellerinden başka el onun teninden başka ten, O'nun bakışlarından başka bakış istemiyordu. Ağladı ellerinde kalmış tutam tutam saçlarıyla.

Haber O'na da ulaştı. Annesinin yokluğunun verdiği acıyla yan yana koşabilecek kadar büyüktü içinde hissettikleri. Çaresizliği yıllarca sırtında taşımıştı. Olanlar karşısında hep çaresiz kalmıştı. Bakışlarıyla kurdukları o köprü yıkılmıştı artık. Kapılarına dayandı o gece. Bağırdı çağırdı Lena'ya onu ne kadar sevdiğini haykırdı yüzüne yemeden önce okkalı bir yumruğu. Dinlemediler. Yalnızca dövdüler bir halıyı silkeler gibi.

Eve dönmedi hemen o gece. Bir şişe şarap alıp oturdu kayalıklarda. Ay vurdu. O içti.

Gece saatlerinde eve doğru yaklaştı. Duvarın dibinden kapıya doğru yürüdüğü sırada bir el silah sesi gecenin sessizliğini delerek uzadı yankısıyla. Cumbalı evin ışıkları yandı. O duvarın dibine yığıldı Lena! diye atılan çığlıkları duyduğunda. Yığıldı ve kaldı duvar dibinde.

Lena babasının revolveriyle göğsüne tek el ateş ederek kıymıştı kendine. Mavi gözleri söndü. Denizler sustu. Gökyüzü karardı. O, bakamadı evden çıkartılan ölü bedenine Lena'nın. O günden sonra hiç bir şeye tutunmadı hayatta. Gözleri yalnızca yere baktı yürürken. Ne denizi görmek istedi ne gökyüzünü. Hep toprağa baktı Lena'nın üstünü örten.

Bir yıl içerisinde babasını da kaybetti. Kardeşi tahsiline devam etmek için yurt dışında gitti. O bırakamadı bu toprakları. Bırakamadı Lena'yı.

Babası öldükten ve kardeşi gittikten sonra sokaklara vurdu kendini. Üvey annesi ve kardeşleriyle sahte bir hayatı yaşamak yerine toprak üstüne Lena'ya yakın olmayı seçti.

Soğuk bir rüzgar O'nu hatıralardan sıyrılıp kendine getirdi. O günden beri, her gece elinde şarap şişesiyle eskiden oturduğu köşkün önüne gelir, silah sesini duyduğunda yığıldığı duvarın dibine oturur gözleri pencerede şarabını yudumlardı. Şarap şişesini kaldırdı ve :

- "şerefe mavi gözlü rum kızı" dedi.

Bir elinde bir avuç toprak tutarken, şişeden belli belirsiz yansıyordu gözünün kenarında birikmiş bir damla yaş. Şişeyi dikti kafasına ve yudumladı. Olamamışlık geçiyordu boğazından takıla takıla. Sanki bir şey arıyordu yana yakıla. Büyük bir adam olamamışlığın verdiği acı değildi bu. O'nunla olamamışlıktı boğazında düğümlenen her yudumda.

Cebinden uzun yıllardır yanında taşıdığı belli olan sararmış ve yıpranmış bir kağıt çıkardı. Okumaya başladı sanki ilk defa okuyormuş gibi bir hüzünle:

" Sen bana ilk ve son dokunan olarak kal istiyorum. Başka bir adamın koynunda mutsuz bir kadın olmaktansa, toprak altında yalnız senin olmuş bir kadın olarak kalmayı yeğlerim. Korkmuyorum. Senin ellerinde de ruhumun bedenimden ayrıldığını hissettim. Bulutları gezdim senin bakışlarından aldığım güçle. Buna benziyor olsa gerek. Senden ayrılmıyorum. Sadece bundan sonra beni senden başka kimse göremeyecek. Ne zaman seninle ilk bakıştığımız pencereye baksan ben orada olacağım. Seni çok seviyorum."

Gözünde biriken yaş artık daha fazla duramadı. Yanaklarından süzüldü vadileri yaran bir nehir gibi. Kaldırdı başını. Yine söz verdiği gibi Lena oradaydı. Mavi gözleriyle gülümsüyordu.

Yarın da burada olacaktı. Yine eski köşkünün önünde duvar dibine oturacak, yine o silah sesini duyacak, yine olamamışlığa ağlayacak ve yine cebinden çıkartıp Lena'nın O'na yazdığı son sözleri okuyacaktı. Yine pencereye bakacak ve mavi gözlerinin ışıltısına bakarak uykuya dalacaktı. Yine gelecekti. Çünkü son kez bakıp o pencereye, bu sokaktan kalksın istiyordu cansız bedeni. Lena gibi.

27 Eylül 2011 Salı

Dilin Döndüğünce



Asil sözleri varoşça söyle
Dilin döndüğü kadar
yaşayabiliyorsan eğer
bu varoş sevdanı
asilden de asilce
ne fark eder
tırnaklarının arasındaki çamur
kalıcı değil
yağmurla akar gider

..................................................

Oysa
soylu görünüşün altındaki yürek
kaybolduysa kirde
yıkansa da çıkmayacak
asil topraklardaki nehirde


25 Eylül 2011 Pazar

Şeytana Adım



İndi perde
bulamadım
doğru nerede
her yanlış adımda
silindi adım
karanlıktan bu yana
kendim olamadım
bak fısıldıyor yine
duyma
benim uyduğum şeytana
sen uyma

22 Eylül 2011 Perşembe

Çürüyen Umutlar




Ne başı belli ne sonu
köpük köpük akıyor su
çalkantılı hayatın yükü sırtında
çıkıyor en dik yokuşu
dağılırken kokusu
çürüyen umutların
batan güneşin ardında
saklanıyor yarın
..............................................
yarın ki; 
hiç kırpmadan gözünü
öldürecek bugünü
ve gömecek anılara 
...............................................
yarın ki;
en yakın gelecek
kimse bilmiyor inan ki
ne gösterecek

21 Eylül 2011 Çarşamba

Yıldız Avlarım Geceleri




Her gün
Herkes daldığında uykuya
bana kalır gökyüzü
ki kimse bilmez kıymetini
o kadar ağırdır ki başları
kalkmaz yukarı
oysa ben
yıldız avlarım geceleri
kuyruğundan yakalayıp
parıltısında kaybolmayı
karanlıktan kurtulup
ışıkla dolmayı dilerim
yatağının başında
dua eden bir çocuk gibi
içten ve masum

.........................................

Yine bir gün
gözlerim değilken gökyüzünde
bir çift göz gördüm yeryüzünde
o tutunmaya çalıştığım
parıltıyı taşıyordu gözünde
kabul oldu dileğim
o an ışıkla doldum
aşık oldum

19 Eylül 2011 Pazartesi

Bir A, Ş ve K Hikayesi





Harfler güzel ve anlamlı bir kelime oluşturmak için gizlice toplandılar. 


29'u da ordaydı. Z, alışkanlıktan olsa gerek yine en son geldi. 


Hepsi bu gece oluşturacakları kelimede yer almak oldukça heyecanlı ve isteklilerdi. 


Yer yer gruplaşmalar göze çarpıyordu. Bazı harfler yan yana anlamlı kelimeler oluşturmuşlardı bile. 


Konuşmalar hararetliydi. Sesli harfler tartışma ortamını alevlendirdiler. Sessiz harfler de köşeye çekilmiş olan biteni uzaktan izliyorlardı.


 A sesini yükseltti :


 "Alfabenin ilk harfi benim. Eğer bir anlamlı kelime oluşturulacaksa bu kelime benle başlamalı. " dedi. 


Diğer harfler A' ya duydukları saygıdan dolayı, sadece içlerinden hafif hafif mırıldanarak kabul ettiler. Ne de olsa ilk harfti. 


Kelimenin A ile başlayacağına oy birliği ile karar verildi.


Bugün ünlü ve ünsüz ayrımı yoktu. Hepsinin sözleri değerliydi. Bütün harfler eşit ve tek çatı altındaydı. 


Diğer harf için tartışmalar yeniden başladı. Büyük bir gürültü ortamı vardı ve kimse kimseyi dinlemiyordu. 


Ş ortaya atılıp kendini belli etmek için biraz da kuyruk  sallayarak :


 -" Şşşşşşşşşşşşş. Ay kuzularım biraz sessiz olun lütfen. Hiç tartışmayı bilmiyorsunuz" dedi. 


Ş 'nin bu herkesi susturan çıkışı ve kuyruk sallamasının da etkisinden olsa gerek diğer harfler hemen etkisi altına girdiler. 


Böylece Ş kolay bir zaferle ikinci harf olmayı başardı. 


Bu sırada K gözlerini Ş' den alamıyordu. Aslında onu çıkışını yapmadan çok önce hemen toplantının başında fark etmişti ve o andan itibaren ne diğer harfleri ne de konuşulanları umursamıyordu. 


Ş, A'nın yanındaki yerini almak için oraya doğru yaklaştı. K bir şeyler yapmasının gerektiğinin farkındaydı. Ş' nin yanında o olmalıydı. 


A da yanına gelen yeni harfi baştan aşağıya süzdü. Gözlerindeki parıltıyla beraber bıyık altından gülümsedi. Yanına gelen Ğ de olabilirdi. Kendini şanslıydı hissetti. 


K ortaya atıldı : 


- "Ben Ş' yi seviyorum." dedi. 


Bir anda tüm bakışlar K' ya çevrildi. Kimi bu özgüven karşısında şaşkın kimi ise kızgındı. Ş şaşkınlar tarafındaydı. 


K devam etti :


Karşı çıkacaksanız, bütün harfleri hatta bir araya gelip oluşturduğunuz bütün anlamları karşıma almaya hazırım.  Ş' nin yanındaki harf ben olmalıyım. Onun yanında olmazsam, hiç bir kelimede gerçekten olmak istediğim için olmayacağım. Başka kelimelerin anlamı içinde mutsuz olmak istemiyorum. Sesimi sonsuza gömerek, bir ömür sessiz bir harf gibi yaşamak istemiyorum. 


Bu konuşma karşısında sessiz harfler bile kayıtsızlığını bozarak K' ya destek verdiler. Kızgın olan harfler bile yumuşadı. 


Herkes şaşkındı. Daha önce de milyonlarca kez bir araya gelip anlamlı kelimeler oluşturdular ama asla bir harfin bir harfi sevdiğine ve hep yan yana olduğu diğer harflere meydan okuduğuna şahit olmadılar. 


Ve K'ya izin verdiler.

Harflerin hiç şüphesi yoktu ki yeni doğan bu kelime, dillerden düşmeyecekti. Bu yeni anlamın farkı ve gizemi açıkça belliydi. 


İşte "AŞK" böyle doğdu. 


O gün bugündür, Ş her ne kadar A ile K'nın tam ortasında gözükse de K' ya bir adım daha yakın olmuştur.



17 Eylül 2011 Cumartesi

Binlerce Boşa Nefes




Sen gittin
küçüldü adımlarım
daha zor ayakta durmak
tek nefeste ulaştığım yerler
daha uzak
verdiğim binlerce boşa nefes
dudağımda ıslık gibi
bir şarkıya benziyor
sanki
hasta bir adamın
yorgun sesi
özgür bırakırken
içindeki son hevesi
......

Duymuyor musun ?

...................................

Duymuyorsan
artık o kadın değilsin
arkasından gidişi izlenen
Söyle neden
şarkılara sırtın dönükken
aşk önünde eğilsin ?

16 Eylül 2011 Cuma

Duvarlara Yakın Yaşamak


En çok ortalarda kalmaktan korkuyorum.

İnsan kalabalığının ortasında hiç güvende hissetmedim kendimi. Kendini zor taşıyan, ve omuzlarında dışarıdan bakıldığında görünmeyen ağır yüklerle acele içinde sağa sola koşuşturan o kalabalıkta, zaman boşluğuna terk edilmiş bir kimsesizim. Herkes gibi.

Ve farkındayım kimsenin başka bir omuza destek verecek gücü yok artık.

Kendimi çok güçlü göremiyorum. Güçlüyüm. Yaşam safsatasının ortasında rüzgara karşı koşabildiğim için. Ama çok güçlü değilim. Yakından bakıldığında haşmetli görünen biz insanlar, yukarıdan bakıldığında sadece birer noktayız.

Kendini ünlem zannedenler günü geldiğinde soru işaretlerinin altında ezildiler.

Ortalarda durmuyorum.

Ve gözüm kapalı güvenmiyorum. Gözlerim açık. Yaşamı seyrediyorum. 

Bir yol buldum kendime. Kimseye güvenmeden. Duvarlara yakın yaşıyorum.

Duvarlara yakın yaşamak... İnsan sıcaklığından yoksun ama güven içinde..


14 Eylül 2011 Çarşamba

Perdeleri Çektim





Perdeleri çektim..
Oysa ki
Penceremin önünde çiçekler yetiştirecektim..
gözlerinin rengini
onlarda görecektim
bulamayacak olsam da dengini
deneyecektim






13 Eylül 2011 Salı

Belki Bir Gün



Buluşabiliriz seninle
belki bugün değil ama bir gün
ayrı otobüsün yolcuları da olsak
biletleri alırken biliyorduk
elbet vardı bir son durak
ki kaçamazdık sonsuza dek
sen, ben ve diğerleri
farklı yollar seçiyoruz
ama aynı yere gidiyoruz
belki ait değilken dünyaya
belki nefessiz belki soğuk ve hafif
ama buluşabiliriz
yukarıdan bakıp dünyaya
bu sefer uyuşabiliriz
kim bilir belki yine eskisi gibi
gülüşebiliriz

12 Eylül 2011 Pazartesi

Bir Ben Varım



Seni hatırlatan ne varsa
attım hayatımdan
önce sesler kayboldu
sonra görüntüler
sanki toplayıp her şeyi
sonsuza götürdüler

...................................

Derin bir sensizliğe 
bürünürken gece
yalnız ben kaldım
atsan atılmaz
ki satılık hiç olmadım

...................................

Sofrada unutulmuş bir ekmek gibi
yarım
bir ben varım      
...                                                                                                            

10 Eylül 2011 Cumartesi

Oldu, Bitti ve Gitti




İki kelime yetti
başlarken
tek kelimede bitti
erken

.............................................

Öğrendim ki
üç kelimeden ibaret aşk
oldu, bitti ve gitti

.............................................

Dudağıma erişememiş kelimeler
ve ben
ağlaştık, yaklaşırken seher
ardından

8 Eylül 2011 Perşembe

Ne Kadar da Kırılgan




Kum, kocaman bir kayanın parçasıydı bir zamanlar. Ne kadar sarsılmaz ve güçlüydü oysa ki. Ama alıştı rüzgarla savrulmaya.

Asla isyan etmedi kalıcı bir yeri olmadığından ve bildi gittiği her yerde mutlu olmayı. Kırılmadan.

Ateş, bir mum alevinin ucunda ya da bir yangının kalbindeydi kimi zaman. Yaktı ve kavurdu düştüğü her yeri arkasına bakmadan. Hep kırarak ama hiç kırılmadan.

Ateşle kumun yolları kesişti bir gün. Ateş ve kumun dansına şahit oldu tabiat.

Kum sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi bıraktı kendini ateşin kollarına. Mutlu bir çiftin ilk dansına benziyordu. Bir zamanlar sert bir kayanın parçası olan kum, şimdi mutluluktan eriyor ve kendini hayatın akışına bırakıyordu. Bu güne kadar ardına bakmadan yakıp kül eden ateş bu sefer nazikçe işliyordu kuma, suya değen bir bir kuş tüyü kadar.

Bu dansın sonunda kum ve ateş karıştılar birbirlerine. İkisi de teslim oldular bu dansın büyüsüne.

Ve bu aşkın meyvesiydi cam. Ne kadar da kırılgan.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Sil Kokunu Şehirden



Madem ki günü geldi. Gideceksin.

Kokunu da sil şehirden. Giderken.

Elimizin değdiği, gözümüzün gördüğü ne varsa al götür.

Öylece al git her şeyi bana hiç bir şey bırakmadan. Kaldırımlar, otobüs durakları, sokak lambaları, banklar, çiçekler, kuşlar, deniz, rüzgar hatta gökyüzü senin olsun. Boş kalmasın yıllarca ellerimle doldurduğum o eller.

Aşktan kendi payını da al. Gitmeden.

Bir tek benim payıma dokunma. Bırak o kalsın bana.

...

Gözümü açtığımda şehir bomboştu. Sadece kokun.

İçimde yalnızca kendi payım. Gittin.

5 Eylül 2011 Pazartesi

İçimizdeki Fırtına




Bir sandalımız ve iki küreğimiz vardı.

İkimiz de hazırdık küreklere asılmaya. Kimse birbirinden daha fazla ya da daha az asılmıyordu küreklere. Engin bir denizin ortasında bir başımızaydık. Kimse yoktu bize birbirimizden yakın.

Mütevazi bir sandalda pek mütevazi olmayan bir aşktı bizimkisi. Büyük büyük gemilerin gitmeye cesaret edemediği denizlere gitmeye hazırdık. Öyle cesur, öyle inatçı.

Fırtınalardan korkmuyorduk. Sığınacak liman da aramıyorduk. Biz bize yetiyorduk. Bizi yıkabilecek tek fırtınanın içimizden çıkabileceğini bilmiyorduk.

Bir gün bir fırtına esti. Yıkıldık.

Sandalımız paramparça. Kürekler kayıp. İkimiz de farklı dalgalarla savrulduk.

Oysa bir ekmeği bölmeye hazır iki yüreğimiz vardı. İki yürek ki tek olmaya, tek atmaya alışık.

Dalgalar birleştirir mi tekrar iki yüreği ?

Yıkıldık.

4 Eylül 2011 Pazar

İnce Çizgi




Kalbim hiç olmadığı gibi attı ve korktum. Bir alev yanmaya başladı göğsümün tam ortasında. Ama buz kesti vücudum. Dilim damağım kurudu susuz çöller gibi. Kelimeler takıldı boğazıma. Konuşamadım. Gözlerim görmez oldu etrafta akan hayatı. Kanım çekildi yavaşça. Hissettim. Zorlaştı nefes almak.

Ölüm gibi bir şey oldu. Bir melek gördüm. Ama ölmedim.

Ve bir ses duydum. Yankılandı içimde.

- "Her canlı aşkı tadacak. "

2 Eylül 2011 Cuma

İlk ve son kez



Aşk.

Kalbin aldığı nefestir beni yaşatan. Soluduğum hava değil, yediğim ekmek değil, içtiğim su değil. Güneş değil, ay değil, yıldızlar ve deniz değil beni mutlu eden. Aşk.

Birine, ilk kez onu sevdiğimi söyledim ilk kez.

Şimdi son kez söylüyorum yine ilk kez onu sevdiğimi. Ve son kez.

1 Eylül 2011 Perşembe

Masumiyet Mozolesi


      
     Güneş, karanlık karşısında galip geldikten hemen sonra kalkması gerekiyordu. Uykunun yüzünde bıraktığı izleri silip aynanın karşısında uyanık bir surat ifadesi görmesi biraz zaman aldığından erken uyanmaya alışıktı. Yaşadığı evin arkasındaki çam ağaçlarıyla kaplı ormana bakan penceresini açacak ve güneşin galibiyetini ilk kutlayan olacaktı. Her sabah penceresini açar ve çiğ damlalarının güneşin ilk ışıklarıyla yaptığı dansı izlerdi.

Uyandığında olanları hissetmiş gibi huzursuz bir şekilde hemen saate doğru baktı. Saat neredeyse öğlene geliyordu. Gözlerini açtığında, güneş çoktan tepeye varmış ve galibiyetini unutmuştu. Karanlıksa yaralarını sarıp akşamki karşılaşma için çoktan hazırdı. Tımarhaneden yeni kaçmış bir akıl hastasından farksız,  kendi kendine söylenerek gördüklerinin yanlış olması umuduyla yakından bakmak için saate doğru koştu. Kendi kendine :

" İnanamıyorum. Saat 11. Deneme süresinin ilk gününde işe geç kaldım. Daha kendimi göstermeye fırsat bulamadan kapının önüne koyulacağım sanırım. Nasıl oldu da uyuyakaldım. "

Gerçekten de bütün koşuşturmasını bir kenara bırakıp bu sorunun cevabını düşünmeye başladı. Uyumayı çok seven birisi değildi ve hiç bir zaman uykuya düşkünlüğü sebebiyle işlerini aksatmamıştı. Her zaman saatin ona seslendiği vakitte gözlerini açıp güne kendi elleriyle badana yaptığı tavanla selamlaşarak başlardı. Kapı kapı dolaşmasına rağmen 1 yıldır işsizdi.  O kadar çok kapı görmüştü ki artık kapıların da bir dili olduğuna inanıyordu. Kapılara bakarak nasıl bir yere geldiğiyle ilgili tahminler yapıyordu. Bu durum biraz da canını sıkıyordu çünkü bu garip düşüncelerin iş bulamamanın yarattığı stresten kaynaklandığını biliyordu. Bütün çabalarının sonunda garanti olmamakla birlikte bir iş bulmuştu. 3 ay deneme süresinden sonra kalıcı olup olmadığını öğrenecekti. Öyle bile olsa uzun süre çölde yürüdükten sonra buz gibi suların aktığı bir çeşme bulmuş kadar sevinmişti. Peki nasıl oldu da uyanamadı ? Bu durumu anlamak için yatak odasında göz gezdirdi gözlerinden çıkan ateşle etrafı yakmamaya çalışarak. Sonunda pencereye baktığında ne olup bittiğini hemen anladı. Perde çekiliydi ve güneş ışıkları odaya girmek için adeta perdeyi delmeye çalışıyordu. Asla perdeyi çekmezdi yatarken. Sadece saatin çalması yetmiyordu uyanması için bu yüzden sabahın ilk ışıklarının direk suratına vuracağı şekilde koymuştu yatağını da. Böyle uyanmaya o kadar alıştığı için perdenin çekili olması uyanmasını engellemişti. Müzik ve ışığın karanlığı eriten uyumuna ihtiyaç duyuyordu güne başlamak için.

Artık bütün bulanıklık ortadan kalkmış ve tüm hikaye net bir şekilde önüne serilmişti. Bu manzara onun için acının ve hayal kırıklığının tablosuydu. Uzun uzun baktı o tabloya. Önce güneşe kızdı daha çok ışık saçmadığı ve onu karanlığa mahkum ettiği için. Sonra perdeye kızdı güneşe karşı koyup odanın aydınlanmasını engellediği için. Sonra ellerine baktı. Perde kendi kendine pencereyi kapatmış olamazdı. Ellerine kızdı. Sanki onlar kendi vücudunun bir parçası değilmişcesine sanki onun emrinde çalışan bir emekçi değilmişcesine. Uzun uzun kızdı etrafındaki her şeye. Saate kızdı. Tavana kızdı. Ama hiç kızmadı kendine. Kendini oradaki tek suçsuz olarak görüyordu. O,  acı ve hayal kırıklığı ile çevrili tablonun tam ortasındaki masumiyet mozolesiydi.