29 Ağustos 2011 Pazartesi

Gölge




Ne vakitli vazgeçtim inanmaktan
Oysa gerçek sanmıştım o yüzleri
Şimdi hepsi yabancı
Ziyan olmuş aşklar gibi
Umuma açık gönüllerde
................................................
Vakitsiz söndü bu ışık
Oysa bir tek gölgemdi dostum
Şimdi o da kayıp
Aşkı arayan ruhlar gibi
Yalana açık denizlerde
................................................
Ne vakitti bilmem
Duydum ruhumu
Dudağındaki son isteği duyar gibi
İlmiği boynunda bir mahkumun

27 Ağustos 2011 Cumartesi

El clasico: Zengin Kız Fakir Erkek



Yeşilçam.

Bir yeşilçam el clasico'su olan Zengin Kız fakir Erkek hikayeleriyle büyüdük. Tabi her zaman bu kadar tek düze kalmadı yeşilçam. Kimi zaman Zengin Erkek Fakir Kız olarak özgün tarzda eserlerde izledik.

Olmazsa olmaz bir de gaddar baba. Hayatında hiç soğan ekmek yememiş,  şefkat ve hoşgörüden nasibini almamış, paranın soğukluğunu yüzünde taşıyan fabrikatör baba.

Ama filmin sonlarına doğru insafa gelip sevginin gücü karşısında yenilirdi hep. Hatta zaman kaybetmeden torun moduna girer tonton dede oluverirdi. Alkış.

Her 10 filmden 6'sı müthiş zengin fakir derbisi şeklinde geçer. Zengin oyuna hızlı başlamasına rağmen ikinci yarı fakir oyunun kontrolünü ele alır ve galip gelirdi. Film işte. Gerçek hayatta hükmen mağlup.  

Mekanların dekorların ve oyuncuların değiştiği aynı filmler. Kanaatimce türklerin hayal gücü probleminin sebeplerinden biri de yeşilçamın tekrara dayalı senaryoları.

Televizyonun tek eğlence olduğu dönemler yaşadı bu ülke. Bir süre sonra alışmaz mı beyin.  Ne diye yorayım kendimi ya işte hayat bu demek ki demez mi ? Kesin demiştir. 

Surdan sura atlayan tarihi kahramanlarımız vardı bizim de ama tramplen her seferinde gözüktüğünden etkileyici olmuyordu ki. Onu bari düzgün yap.

Hele ki "Yıkılmayan Adam" filmini izledikten sonra tövbe ettim yeşilçama. Filmin sonunda ana karakter yediği onca kurşuna rağmen ayakta öldü. Kanım dondu adeta. Filmin ismiyle aynı mı olması lazım illa ki içeriğin. Mecaz diye bir kavram yok mu senin lügatında. Pes.

Merdivenden yuvarlanıp kör olma konusuna girmiyorum bile. 

Hayal gücü deyip geçmemek lazım.

Misal, yurt dışında superman'i yazan yöneten adamlar mustang'i üretirken, biz burada "nalo nalan" replikleri içeren filmler izliyor ve anadola, şahine biniyorduk. Misal işte.

Aslında yeşilçamı küçümsemiyorum duygusal yönden güzel filmlerdi. Selvi boylum al yazmalım, Hababam Sınıfı, Bizim aile kötü dersem taş olurum o ayrı. Yaratıcı toplum yerine merhamet toplumuyuz işte.

Fakir ama gururlu.

Zengin ve şımarık.

Haşin ama duygusal.

Şirin ve sevecen.

-Eee iyi de...

Adamlar hızlı ve öfkeli. Hiç yemezler bu numaraları.

-Bizde de deli kadir var. 

Lan. 

Küçümseme yok ama her alanda geriden gelmek yerine biraz da öncü olsak ya.

- Eee sus be adam.

Bir bilsem.


26 Ağustos 2011 Cuma

Okyanusta bir balıktır insan


  


       Doğduğunda insan bir başınadır ya hani. O sınavlarla, derslerle, pişmanlıklarla dolu hayatın verdiği ilk mesaj budur işte. Doğarken ilk nefesteki yalnızlık. Ama doğasında var insanın baş kaldırış. Kabullenmez asla. Mıknatıs gibi çekmek ister herkesi yanına. Düşerken tutanı olsun ister. Anlatırken dinleyeni, severken seveni olsun ister. Gizemli yanları vardır ya insanın, paylaşmak ister. Anlatınca sırlarını bir saklayanı olsun ister. Sorun şurada başlar ki kesişir herkesin istekleri. Kimse esasında tutan olmak istemez, tutanı olsun ister. Kimse esasında dinlemek istemez, dinleyeni olsun ister. Kimse sevmek istemez seveni olsun ister. Çünkü herkes önce ve en çok kendini sever. Okyanusta balıktır insan, büyük balıktan kaçarken küçüğü kovalayan. İşte o yüzden yalnızdır herkes. Birlikte mutludur herkes, birlikte keyiflidir ama herkes doğduğu gibidir.
       Hafta sonu kalabalık bir caddede yürüyen bir yalnızlıktır insan. Stadyumda omuz omuza sevdiği takımı destekleyen binler arasındaki yalnızlıktır. Kalabalık bir eğlenceden eve döndüğünde yatağına uzanan yalnızlıktır insan. Metroya binmek için bekleyen kalabalık arasındaki yalnızlıktır. Aynaya baktığında gördüğü yalnızlıktır insan. Ölürken son nefesteki yalnızlık..

25 Ağustos 2011 Perşembe

Elin Kiri




Elin kiriydi para
Elleri kirlensin diye
Önce ruhlarını kirlettiler
Kalplerine kadar yayıldı sonra
Hırstan kör oldu gözleri
Yalnız kiri sevmeye yemin ettiler
………………………………………………
Elin kiriydi para
Elleri kire batsın diye
Bir ömrü tükettiler
Yolculuk vakti gelince mezara
Soğuk bir odada yıkadılar hepsini
Elleri tertemiz dünyadan göç ettiler

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Hayata Mektup



       Kendi hayatına mektup yazmak istiyordu bir adresi olmasa da.  Bir an olsun zaman ayırıp onu duysun istiyordu. Kim istemezdi ki yıllardır kendi istedikleriyle değil hayatın verdikleriyle idare etmek zorunda kaldıktan sonra. Yepyeni ve bembeyaz bir zarfı çok gördü ona. Kapkara ve kenarları yıpranmış bir zarf arayıp duruyordu çekmecenin en derinlerinde, içinden en büyük düşmanına bile söylemeye utanacağı sözleri sayarken. Her şeye rağmen “Sevgili hayat” diye başladı. Ama asla içinden değil kalıbına uysun diye ve dedi ki:
     ” Öncelikle şunu belirtmeden edemeyeceğim ki güzel olduğun kadar küstahsın da. Hiç bana öyle yeşilçam filmlerini çok izlemekten dolayı akli dengesini yitirmiş gibi bakma. Beni bu duruma sokan unsurun sen olduğunu bildiğin halde, yediği naneleri ” ben vallahi suçsuzum hakim bey ” tepkisiyle reddeden azılı suçlulardan ne farkın kalacak sonra gözümde.  Bugüne kadar hep el pençe divan dinledim seni.  Şimdi kulak ver prangalar arasında paslanmış çığlığıma. “
     Sonra bir an olsun durdu ve sessizliği dinledi. O kadar süredir sessizdi ki burası, bu odada en son ne zaman mutluluğa dair bir ses yankılandığını bile hatırlamıyordu. Sessizlik, yalnızlığın hüzünden olan çocuğuydu. Odanın köşesinde duran ve buğusundan kendini zar zor seçtiği aynaya kaydı bakışları tavandan akan suya ve köhne odasından yükselen rutubet kokusuna aldırmadan. El değmemişlik kokuyordu ve yalnızlığı perçinliyordu. Öyle acıdı ki aynadan yansıyan görüntüye, bir sigara yaktı masadaki küllükte hala boş bir yer daha vardır umuduyla. Artık onun tek dostu sigarasının ucunda yaşadığına inandığı ve her çekişinde karanlık odasını aydınlatan ateş böceğiydi. Bu yüzdendir ki yıllardır elinden düşürememişti sigarasını. Yazdıklarına bakarken “sevgili hayat” kelimelerinde donuklaştı bakışları ve aniden taş kesildi vücudu sanki bütün geceyi sokaktaki bir bankta geçirmiş evsiz gibi. Kendine geldiğinde kocaman bir kahkaha patlattı rutubetin, sessizliğin ve buğulu aynanın şaşkın bakışları arasında. Ama asla içinden değil kalıbına uysun diye. Zaten bu kahkahaya şahit olan birisinin içindeki hüznü anlaması o kadar kolaydı ki. Titreyen elinde sönmeye yüz tutmuş sigarasını kağıda yaklaştırdı ve bakışlarıyla çoktan deldiği “sevgili” kelimesine sıkıca bastırdı. Yanmış kağıt kokusu burnuna geldiğinde bir an için bile olsa küçük bir mutluluk yansıdı yüzüne. Mutluluk hızlıca yüzünü terk ederken dudaklarında belli belirsiz bir mırıldanma vardı. Diyordu ki:
   ” Ey hayat, sen hiç benim sevgilim olmadın ki. Platonik bir aşktı bizimkisi. Ben seni sevdikçe sen kaçtın. Bir an olsun izin vermedin sana yakından bakmama. Şimdi ben, senden nefret eden eski bir aşığından başka hiçbir şey değilim. “

Havva’nın elması


Cennetin ortasında bir elma,
Dili yok ki bağırsın “sakın alma”
Havva bir bakış atınca Adem’e
Adem der: “Elma indi mideme”
………………………………………….
Meşhur mu acaba cennetin elması
Elma değil sanki kaşıkçı elması
Ama aklına koyduysa  şeytan
Ademi bile çıkartır yoldan
………………………………………….
Adem de uyunca Havva’nın sözüne
Tanrı dedi: ” Yolculuk yeryüzüne “
Şeytan gülerken bıyık altından
Cennet parıldıyordu som altından
………………………………………….
Terk etmek zor bunca nimeti
Sonsuzluğa veda elmanın diyeti
Sütle bal akardı ırmaktan hani
Cennet mi sanırsın burası fani
………………………………………….
İşte böyle düştü insan dünyaya
Cennette at koşarken kaldık mı yaya?
Bir elmayla başladı madem hikaye
Elmayı yiyene ayva hediye
………………………………………….

Bulutlar neden ağlıyor ?


     
          Çocukluğumdan aklımda kalan anılarda cam, buğu ve saksılar hiç eksilmez birer fotoğraftır. Belki annemin sokakta zaman geçirmeme koyduğu yasaklar, belki o yaşlarda bana oldukça karmaşık gelen hayatla arama şeffaf ama koruyucu bir set çekme isteği ve belki de gürültüden uzak insan manzaraları izlemenin verdiği huzur beni pencere kenarında çok zaman geçirmeye itmişti.  Hele ki bir de yağmur yağdığında sanki hiç beklemediğim bir anda parlak ve rengarenk kağıtlarla süslenmiş bir hediye paketi almışçasına hızlı atardı kalbim. Cama vuran yağmur damlalarıyla yarışır, onların aşağı doğru usulca akmalarını seyrederdim.  Birbirlerine karıştıkça büyürler ve hızlanırlardı. Her birine isimler takardım. Deniz derdim onlara. Irmak, nehir ve su. Küçük olmalarına bakmayın siz o damlaların. Her biri öyle cesurlar ki. Birbirlerine karışmaktan hiç korkmazlardı onlar insanlar gibi. İnsanlar bir kalbi, bir evi ya da hepsini bir kenara koyun koskoca bir dünyayı paylaşamıyorken onlar birleşip su olmaya, nehir olmaya, deniz olmaya hazırlardı. Milyonlarcası bir arada yaşayarak bir deniz olabilirlerdi hiç şikayet etmeksizin kardeşçe.
          Yağmurlu bir günün kalbimde hissettirdikleri sadece mutlulukla sınırlı değildi. Bir parça da hüzün hissediyordum kalbimin bir kenarında. Yağmura anlam yüklemeye çalıştığım ilk anlarda, yağmurun bulutların gözyaşı olduğunu duymuştum çünkü. Bulutlar böyle hüngür hüngür ağlıyorken benim o hüzünden bu derece mutlu edici bir pay çıkarmam çocuk kalbime hüzne gebe duygular zerk ediyordu. Oysa ki büyüdüğümde öğrendim hüzünlerden mutluluk, acılardan çıkar sağlanan bir dünyada yaşadığımı. Bulutların neden üzüldüğünü merak ediyordum. En çok sevdiği oyuncağı mı kırılmıştı acaba ? Yoksa babasının getirdiği poşetleri heyecanla karıştırmış ve en çok sevdiği çikolatasını mı bulamamıştı ? Büyük bir keyif aldığım bu yağmur seyrini bozmaya hazırdım. En sevdiğim oyuncağımı ya da yemek için akşamı beklediğim çikolatamı hiç düşünmeden verebilirdim o an. Ama bununla asla gururlanmıyorum çünkü benim yerimde hangi çocuk olsa aynısını yapardı.
         Her güzel şey gibi benim yağmur eğlencemin de bir sonu vardı ki bu son kimi zaman uykusuz ve ağlamaktan kızarmış gözlerle geçen gecelere sebep oluyordu. Belki de bulutların gözyaşlarıyla mutlu olmamın diyetini ödüyordum. Aslında bu son sadece beni etkilemiyor ayrıca annemin ve babamın da yataklarında yayıla yayıla yatmalarına engel oluyordu. Onların bir suçu yok diyordum her seferinde bana kızdıklarına inandığım bulutlara. Eğlencemin sonu yani yıldırım ve gök gürültüsüne şahit olduğum anda fırlayarak yatak odalarına koşuyordum. Bu yüzden ne ben ne de annem ve babam gök gürültülü geceleri hiç sevmedik. Bugün hala gök gürültülü gecelerde çocukluğuma geri döner ve içimde yatak odasına koşma isteği duyarım. Ama artık o odada annem yalnız ve ben her gürültüsünde yatak odasına koşmak yerine çocukken bulutların yaptığına inandığım şeyi yapıyorum.
         Bulutlar ağladığı için yağmur yağıyorsa gök gürültüsüne ve yıldırıma da bir sebep bulmalıydım. Her şeyi büyüklere sormak yerine kendi hayal dünyamda onlara anlam vermeyi de bir oyun gibi içimden sessizce oynuyordum. Önce havayı yaran ve kollarıyla gökyüzünü kucaklayan bir ışık görüyordum ve ardından camları titreterek yağmur damlalarının dansını hızlandıran gürültüyü duyuyordum. Peki neden beraber kol kola gelmiyorlardı yeryüzüne? Yukarıda bir anlaşmazlık yaşamış olmalıydılar. Ya içlerinden biri oyunun en güzel yerinde mızıkçılık yapmış ya da biri diğerinin şekerini almıştı. Başka bir sebebi olmadığına o kadar emindim ki. Mızıkçılık yapan ya da şekeri çalan, yıldırım gibi oradan uzaklaşırken diğeri fark eder fark etmez arkasından avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bu dünyada mutsuz bir çocuğunki kadar korkutucu olamazdı hiçbir çığlık. Önce görüntü geliyordu arkasında da çığlık ve bu görüntüye şahit olan hiçbir çocuğun bu çığlığa tutarsız kalması mümkün değildi. Geçmişte bu çığlığa dayanamayıp her seferinde yatağından zıplayarak uyanan biz çocuklar, bugün dünyanın her yerinden yükselen açlık, kuraklık, savaş ve doğal afetler sonucu karanlık kuyularda yankı yapan çığlıklara aldırmadan yatağımızda rahatça uyuyabiliyoruz.  Artık bulutların neden ağladığını anlayabiliyorum. Emin olun ki bulutlar artık bize ağlıyorlar.