26 Ocak 2013 Cumartesi

Çamura Bulanmış İzler




Dıt..Dıt..Dıt..

         Geri geri yanaşan bir aracın çıkardığı bu sesten daha rahatsız edici ne olabilir ki diye düşünüyordu bir yandan yeni uyanmanın verdiği o sersemliği atmak için gözlerini ovuşturuyorken. Üzerinden atmaya çalıştığı o sersemlik, kirpiklerinin ucundaydı sanki dokunsa düşecek. Üzerinde ne varsa atmak bu kadar kolay olsaydı keşke. Ağlarken gözlerini ovuşturduğunda, gözleri daha da sulanıyordu oysa ki insanın. Daha da kalıyordu üzerinde. Yapışıyordu yanağına ılık ılık. Şükür ki sadece sersemdi bu sabah ve güne hüzünlü başlamaya da niyeti yoktu. Biliyordu dünyanın göz yaşına ihtiyacı vardı ve inanıyordu ki dünyanın benzini de buydu. Herkes mutlu olsa dönmeyi bırakacaktı sanki. Son üç yıldır yaşadıklarına baktığında, kendi payına düşeni en azından gelecek bir kaç yılın için olan göz yaşını da toplu olarak ödemişti dünyaya. Biraz huzurun peşindeydi. Küçük mutlulukların. Mesela fırından yeni çıkmış bir ekmek alıp, pazar kahvaltısı yapmak gibi. Zaten kendini de o yüzden sokağa atmıştı. Sinir bozucu ses, kısa çaplı bir gezintiye çıkarmıştı onu fikir denizinde, sokaktan alıp uzaklara götürmüştü.

        Bu ayaküstü küçük trans seansından kurtulup yürümeye devam etti. Ayaklarındaki üşümeyi fark ettiğinde, gülümsemeye başladı kendi kendine. Yağmurlu ve soğuk bu sabahta, terlikle dışarı çıkmak tam onun gibi üşengeç bir adamın işi olabilirdi. Ayakkabılarının bağcıklarını bağlamamak için, terlikle atmıştı kendini evden dışarı. Ekmek almaya gitmesi bile mucizeydi gerçi. Mutfaktaki masanın üstünde bulduğu ekmeğin daha doğrusu yeni adıyla küçük taş paçasının, dişini kırmayacağını bilseydi oturup afiyetle yiyebilirdi. Elindeki en kıymetli şeyleri, hep bu üşengeçliğinden kaybetmişti zaten. Eşini, mutlu yuvasını ve işini. O ekmek gibi, eskiden ne varsa güzel olan, taşa döndü onun için artık. Bir heykel gibi, zamanın ve yaşanmış anıların donmuş bir resmi var karşısında yalnızca.

       Pazar sabahı, sokaktaki yol çalışmasına anlam veremiyordu. Aslında süregelen ve bitmek bilmeyen bu yol çalışmalarına hiç bir zaman akıl sır erdiremiyordu. Her seferinde eskisinden kötü oluyordu yollar. Şekilsiz ve yamalı bir pantolon gibi sırıtıyordu güneşin altında sokaklar. Silindir yeni taşların üzerinde döndükçe daha da kötüye gidiyordu yol. Döndükçe daha da kötüye gidiyordu. Aynı dünya gibi. İnsanoğlunun betonla, taşla ve tuğlayla imtihanı bitmiyordu. Topraktan uzaklaşıyoruz sürekli diye düşündü. Yeşili boya kalemleri arasında görüyoruz yalnızca. Toprağı örtüyoruz elimizde ne varsa. Belki de insanoğlunun bir öç alma içgüdüsüdür bu. Günü geldiğinde ve sevdiklerimiz terk ettiğinde dünyayı, üstünü toprakla örttük her zaman. Acımızı örtüyoruz belki de taşla, betonla ve tuğlayla. Kaçıyoruz topraktan ve hatırlattıklarından belki de. Çalışmanın ortasından çamura bulanmış çoraplarla geçti hızlıca. Topraktan değil de hatırlattıklarından kaçarcasına çıktı oradan.
 
       Nihayet, savaş alanına dönmüş sokaktan çıkıp fırına varabildi. Küreklerle yeni çekiyorlardı ekmekleri fırının içinden. Sıcak bir ekmek almak için gelinecek en iyi zamanda gelmişti. Çamurlu terlikleriyle fırının içini de çalışma alanına çevirmişti. Her yanda ayak izleri vardı. Zaten geride güzel izler bırakmakta çok başarılı değildi. Bir ömrü çamurlu terliklerle yürümüştü adeta. Çamur içinde bırakmıştı ayak bastığı heryeri.

      Ekmeği alıp eve doğru yola koyuldu. Ekmeğin sıcaklığı bile ona huzur vermeye yetiyordu. Yitirdiği o sıcaklığı hatırlatıyordu ona. Kucağına baba die atlayan küçük oğlunun yanağına kondurduğu o öpücüğün sıcaklığını, eşinin kollarında uyandığı mutlu sabahları yaşıyordu bir ekmeğin sıcaklığında. Yavaş yavaş kayboluyordu o sıcak hisler soğudukça ekmek. Adım adım uzaklaşan, uzaklaştıkça küçülen bir beden gibi çekiliyordu gölgelere.

     Eve geldiğinde, 70 yaşlarındaki annesi kahvaltı masasını hatırlamıştı.Annesiyle yaşıyordu evinden ve eşinden ayrıldığından beri. Herkes gittiğinde kimse kalmadığında, annesi onu bağrına basmıştı. Anne her yaşta anne, biz de her yaşta çocuk değil miyiz ? Yine çocukluktaki gibi, dizlerine sarılıp ağlarken saçlarımı okşayan annesiydi. Bu sefer kaybolan çikolata ya da şeker değil, yıllarıydı. Annesini tanıdıktan sonra sihire inanmaya başlamıştı. Annesinin avuclarının içinde sihir vardı. Ne zaman dokunsa yaraları kapanır, içi ısınır, güneş doğar, rüzgarlar ve denizler durulurdu. Sihir vardı avuclarında ama zamanı geri getiremiyordu o da.

    Kahvaltı sofrasına oturup sessiz bir sabaha başladılar birlikte. Gülümsemeler vardı masada bakışların içerisine gizlenmiş. Ne kadar acı ve sıkıntı tecrube etmiş de olsa bir insan, gülümseme hep vardı hayatın içinde. Hüzünlerin arasından nasıl geçip ulaşıyordu yüzün tam ortasına. Nasıl da yakışıyordu her insana.

    Yol çalışmasından gelen sesler eşliğinde oturuyorlardı masada. Geri geri yaklaşıyordu yine araç ve o ses yankılanıyordu içindeki boşlukta. Dıt.. Dıt.. Dıt.. Kalbinin ritmiyle eş gidiyordu. Büyüyordu kulaklarında isyan dolu bir haykırışa dönüyordu. Geri geri yaklaşıyordu araç. O da geri geri gitmek istiyordu. Zamanın içinden geçmek ve geri geri gitmek. O hatalar yığınından geri yüzüp, pişmanlıkları ezip, terliğindeki çamurları temizleyip geri gitmek istiyordu. Dıt.. Dıt.. Dıt.. Ses kesildiğinde orda olmak istiyordu. Bir rüya gibi, gözlerini açtığında ayıcıklı pijamalarıyla oğlu karşısında , üzerinde özenle ütülenmiş takım elbisesi, sandalyenin ucunda takılmayı bekleyen kravatı ve yanında eşinin kokusu olsun istiyordu.

Dıt. .Dıt.. Dıt..

Ve kesildi sesler.

Silindirin altında ezildi sessiz çığlıkları, yola karıştı. Dönüşü olmayan uzun bir yola..