16 Ekim 2011 Pazar

Susam Kokan Bir Hikaye




Taze gevrek simit!

Bugün de diğerlerinden farksız, bağcıklarını bağlamaya üşendiği ayakkabısını sürte sürte yürüyor ve opera sanatçılarını aratmayacak o gür sesiyle tokatlıyordu evlerin miskin duvarlarını. Susam kokusu salına salına yürüyordu önden rüzgarla el ele genzi yakan o büyüsüyle. Her ne kadar alışılmışın dışında olsa da insanlara günaydın deme şekliydi bu.  Kimseden karşılık beklemiyordu ki zaten kimse onun bu söylemine günaydın diyerek cevap vermiyordu. Karşılığını alamamış nice diğer söz gibi etrafta umutsuz attığı iki üç turdan sonra gökyüzünün maviliğine karışıp gidiyordu.

Önündeki simit arabasını ittirirken, simitleri başının üstünde taşıdığı o eski günlerden kurtulduğu için bir kez daha şükrediyordu. Babasını zar zor ikna etmiş, el arabasından bozma da olsa bir simit arabasına kavuşmuştu. Başının üstünde ya da önünde taşıması hayatında köklüce bir değişikliğe sebep olmasa da artık küçük şeylerle mutlu olma oyunu oynamak hayatının bir parçasıydı. Çünkü uzunca bir zamandır eline mutlu olabileceği büyük bir şey geçmemişti.

Gözünü, sesiyle titrettiği camlara gezdiriyor ve perdelere yansıyan gölgelerin camı açıp simit istemeleri için dua ediyordu. Akşam eve eli boş döndüğünde karşılaşacağı manzara gözünün önüne geldi. Bu simitleri satmalıydı ki akşam babasının içki kokan ağzından çıkacak zehirli laflardan nasibini almasın. Camların esaretinden kurtulup rüzgarla dans eden perdelerin büyüsüne kapıldığında bu leş kokan düşünceden sıyrıldı. O sırada bir ses duydu :

- Şşş simitçi!

Evet o herkes için isimsiz birisiydi. Bir simitçi.

Düşündüğünde, ona camlardan ve balkonlardan uzatılan sepetler belki de daha çoktu tokalaşmak için uzatılan ellerden. Sepetler daha yakındı ona belki de insanlardan. Adres sormak için yaklaşan insanlar ve genç yaşında olduğu için merhametle yaklaşıp bir iki dakika hal hatır soran yaşlı teyzeler dışında kimsecikler uzanmazdı ona. O da kimseyle konuşmak için yanıp tutuşmuyordu artık. Hayallerinden oldukça uzak olan bu genç, kuracağı diğer yakınlıkları umursamıyordu.

Babası alkolün pençesinde, hayatında bir işin ucundan dahi tutmamış sorumsuz bir adamdı. Annesi ise, 3 küçük kardeşine, ona ve bu işe yaramaz kocaya bakmak zorundaydı. Gecesini gündüzüne katarak evlere temizliğe gidiyor ve babasının üstüne düşen görevi de ses çıkarmadan yerine getiriyordu.  Gerçi başka bir çıkar yolu hiç olmamıştı. Babası annesinin üstüne yürürken, alkol almış sinirli bir insanın ne kadar acımasız olabileceğine çok defa gözü yaşlar içinde şahit olmuştu.

Babası, onu okula göndermek istemiyor ve artık elinin ekmek tutacak yaşa geldiği konusunda diretiyordu. Annesi, oğlunun okuyup daha iyi bir hayata sahip olmasını istiyordu. Eğer okuldan alırsa çalışmayacağını söyleyerek kocasına hayatındaki ilk ve son meydan okumayı yapmıştı. Köşeye sıkışmış bir farenin gözü dönmüş aç bir kediye kafa tutmasına benziyordu.  Sonuçları ağır ve ağrılı olsa da iki gün geçen parasızlıktan sonra alkolden uzak kalan adam ses çıkarmamaya karar vermişti. Annesi sayesinde orta okulu bitirebilmişti.

Onun belki de hayattaki tek savunucusu ve koruyucu meleği olan annesi, temizliğini geç saatte tamamladığı evin kapısından çıktıktan dakikalar sonra ara sokakta olmasına rağmen aşırı sürat yapan bir aracın çarpmasıyla hayatını kaybetti. Yorgun bedeni, yıllardır nasırlı ayakları ile üzerinde yürüdüğü o sokakların birinde öylece yatıyordu. Acı bir tesadüf mü yoksa kaderin güldürmeyen oyunlarından birisi midir bilinmez, hayatını sonlandıran bu kazaya sebep olan alkollü bir sürücüden başkası değildi.

Annesi vefat ettiğinde, etrafındaki tüm çiçekler solmuş yalnız bir karanfil idi çorak arazinin ortasında. Ne tutunabileceği verimli bir toprak, ne yaslanabileceği bir yoldaş ne de yağmur taşıyan bulutlar vardı etrafında. İçinde inanç zerrecikleri dahi yoktu.

Babasının zorlamasıyla liseyi bırakmak zorunda kaldı. Üstünde kor gibi yanan sigaraya hangi kül tablası karşı koyabilmişti ki şimdiye kadar ? Oysa hayallerinde hep bir tiyatro oyuncusu olmak vardı. Birbirinden farklı rollerin içinde hayatı yeniden keşfetmek, bedeniyle o karakterlere can vermek istiyordu. Replikleri savurmak istiyordu sahnenin her yanına. Shakespeare'den Hamlet'i oynamak istiyordu. "Olmak ya da Olmamak" diye haykırmak istiyordu. "Bütün mesele bu" demek istiyordu. Edmond Rostand'tan Cyrano de Bergerac'ı oynamak istiyordu. "Her şey olayım derken hiçbir şey olamadı" diye isyan etmek istiyordu.

Olmadı. İçindeki bu ateşi söndürmek için her gün tiyatronun önündeki ağacın altını mesken tuttu kendine. Üstünde tiyatro yazan bir binanın içindeki sahneye adım atamadı hiç. Adım atanları izledi ve onların yüzlerindeki sevinçle bastırdı içinde kanayan yarasını. Simit satmak için evlerin camlarına baktığı gibi umutla baktı camın arkasından tiyatronun içine çekilinceye kadar perdeler. Belki görseler, acırdılar haline ciğerci dükkanının önündeki kediler.

Simit arabasını itiyordu ağır ağır. Dekorunun bir parçasıydı ne de olsa. Dünya da bir sahne değil miydi zaten ? Hayat da oyunun adı ? O da rolünün hakkını veriyordu. Repliklerini de kendi yazıyordu. Bir oyuncu olmaktı hayali sadece. Oysa şimdi bir yazar da olmuştu. Replikleri, lisenin ilk yıllarında duyduğu ünlü replikler kadar can alıcıydı. Gür sesiyle daha da bir etkileyici oluyordu sözler. O replik ki; olmayanı oldurmuş bir simitçiyi resmeden ve camları titreten :

Taze gevrek simit!

Simit arabasını itiyordu ağır ağır ve annesi onu ayakta alkışlıyordu sahnenin yukarısından.

2 yorum:

  1. Nasıl da çarpıtmışlar bilincimizi; ahşap, kadife perdeli dikdörtgen sahnelere sürgün edilenler "onlar"mı; yoksa biz miyiz dünya'ya oyunculuk eğitimine gönderilen? Ki kader, neden en fazla keder ihtiva eder bu eğitimde?
    Yazarız ve oynarız; alkışlardan susamlardır, susmalardır, susamalardır ekmek tezgahımız.

    Duygulu bir hikaye; susmayı (hiç) öğrenmemeniz dileğiyle...

    YanıtlaSil
  2. Herkesin kendi repliği vardır ve herkes kendi sahnesinde gölgesiz bir oyuncudur..son perdeye kadar hakkını vermek gerekir susmadan.

    Çok teşekkür ederim.

    YanıtlaSil